Öyle zamanlar ki: “gerçeklik” kavramı yerleyeksan.
Gördüklerimiz, duyduklarımız, okuduklarımız, dinlediklerimiz tanımladığımız gerçeklik kavramına uzak, uzak olduğu kadar da yakın. Böyle bir zamanda ortaya atılan sıradışı teoriler ile yaşanılanların uygunluğu daha da yatıyor akla.
Adaletin ve düzenin tüm anlamlarının kaybolduğu şu günlerin en iyi tanımını Jean Baudrillard yapıyor sanırım. Onun deyimi ile bir “simülasyonun” içinde yaşıyoruz biz. Çok uzun süredir böyle bu durum. Her olayda ve her durumda yapay bir şekilde yeniden üretilen bir simülasyon bu. Kimi için uzun yıllar önce başlayan bu yapay düzen, Fenerbahçeliler için 3 Temmuz 2011’den beri her gün yeniden üretildi. Her an ve her yeni durumda, bu düzenin tasarlayıcıları tarafından gerçek olmayan bir görünüm yaratılıyor, yeniden yeniden ve yeniden üretiliyor.
Dikkat edilmesi gereken nokta şu ki: bu tasarlayıcı/lar bir olayı gizlemiyor, değiştirmiyor. Onlar “yok olana” inandırıyor. Olmayanı var ediyor, üretiyor ve inandırıyor. Ne yazık ki toplumun her kesimi bu simülasyonun içinde kaybolmuş, üretilen her oyunun peşine takılmış bir halde dönüp duruyor.
Ortaya çıkan her varolmayan gerçeğe(!) inanmaya hazırız çünkü gerçeklik kavramımızı yok ettiler.
Bunu bilerek, bu simülasyonun bir başlangıcı olarak yaptılar.
Önce “gerçek” kavramını yok ettiler,
Sonra “varolmayan gerçekleri” ortaya attılar,
Sonunda da gerçeğin yalnızca onların gösterdikleri olduğuna inandırdılar.
Yaşadığımız hayat öylesine anlamın kaybolduğu, gördüklerimiz ile sınırlı olan bir yokluk dünyası ki, tüm bunlar olurken biz hep başka yerlerde başka tartışmaların içinde olduk.
Tüm bunları ne ile yaptıklarına gelince: bu oyunun kodlarını imgeler oluşturuyor ne yazık ki. Gerçeğin hiçbir çeşidiyle ilişkisi olmayıp, yalnızca kendi kendinin simülarkı (bir gerçeklik olarak algılanmak isteyen görünüm) olan imgeler.
Günler, olaylar hatta bu oyunu hazırlayanlar değişse de içinde bulunduğumuz bu düzen değişmedi. Hala görünmesi istenenleri görüp, duyulması istenenleri duyuyoruz. Hiçbirinin gerçek olmadığı bu yanılgılar düzeninde yapılabilecek tek bir şey var:
Her birimizin Matrix filmini izlemişliği vardır. Orada olan bir sahne tam da bu oyunun çözümü üzerine kuruludur. Kahramanımızın iki seçeneği vardır. Kırmızı-mavi haplardan yalnızca birini seçmek. Biri ona yaşadığı yanılgı düzenini geri getirecektir, diğeri ise gerçek olan dünyayı.
Aynı seçim şimdi bizlerin önünde. Ya bu haplardan bize altın tepside verileni, yani “gösterilmek isteneni” alıp hayata geri dönecek ve gitmemizi istedikleri yolda gideceğiz ya da gerçeğin yani adaletin peşinden koşacağız.
Öyle ki “adalet” kavramının olmadığı bir düzende önce adaleti bulup, sonra “adalete Fener yakacağız.”
Şimdi seçim bizim.
Hangisinin peşinden gideceğiz?
@Gagseren yazdı.
Devamını oku...
Gördüklerimiz, duyduklarımız, okuduklarımız, dinlediklerimiz tanımladığımız gerçeklik kavramına uzak, uzak olduğu kadar da yakın. Böyle bir zamanda ortaya atılan sıradışı teoriler ile yaşanılanların uygunluğu daha da yatıyor akla.
Adaletin ve düzenin tüm anlamlarının kaybolduğu şu günlerin en iyi tanımını Jean Baudrillard yapıyor sanırım. Onun deyimi ile bir “simülasyonun” içinde yaşıyoruz biz. Çok uzun süredir böyle bu durum. Her olayda ve her durumda yapay bir şekilde yeniden üretilen bir simülasyon bu. Kimi için uzun yıllar önce başlayan bu yapay düzen, Fenerbahçeliler için 3 Temmuz 2011’den beri her gün yeniden üretildi. Her an ve her yeni durumda, bu düzenin tasarlayıcıları tarafından gerçek olmayan bir görünüm yaratılıyor, yeniden yeniden ve yeniden üretiliyor.
Dikkat edilmesi gereken nokta şu ki: bu tasarlayıcı/lar bir olayı gizlemiyor, değiştirmiyor. Onlar “yok olana” inandırıyor. Olmayanı var ediyor, üretiyor ve inandırıyor. Ne yazık ki toplumun her kesimi bu simülasyonun içinde kaybolmuş, üretilen her oyunun peşine takılmış bir halde dönüp duruyor.
Ortaya çıkan her varolmayan gerçeğe(!) inanmaya hazırız çünkü gerçeklik kavramımızı yok ettiler.
Bunu bilerek, bu simülasyonun bir başlangıcı olarak yaptılar.
Önce “gerçek” kavramını yok ettiler,
Sonra “varolmayan gerçekleri” ortaya attılar,
Sonunda da gerçeğin yalnızca onların gösterdikleri olduğuna inandırdılar.
Yaşadığımız hayat öylesine anlamın kaybolduğu, gördüklerimiz ile sınırlı olan bir yokluk dünyası ki, tüm bunlar olurken biz hep başka yerlerde başka tartışmaların içinde olduk.
Tüm bunları ne ile yaptıklarına gelince: bu oyunun kodlarını imgeler oluşturuyor ne yazık ki. Gerçeğin hiçbir çeşidiyle ilişkisi olmayıp, yalnızca kendi kendinin simülarkı (bir gerçeklik olarak algılanmak isteyen görünüm) olan imgeler.
Günler, olaylar hatta bu oyunu hazırlayanlar değişse de içinde bulunduğumuz bu düzen değişmedi. Hala görünmesi istenenleri görüp, duyulması istenenleri duyuyoruz. Hiçbirinin gerçek olmadığı bu yanılgılar düzeninde yapılabilecek tek bir şey var:
Her birimizin Matrix filmini izlemişliği vardır. Orada olan bir sahne tam da bu oyunun çözümü üzerine kuruludur. Kahramanımızın iki seçeneği vardır. Kırmızı-mavi haplardan yalnızca birini seçmek. Biri ona yaşadığı yanılgı düzenini geri getirecektir, diğeri ise gerçek olan dünyayı.
Aynı seçim şimdi bizlerin önünde. Ya bu haplardan bize altın tepside verileni, yani “gösterilmek isteneni” alıp hayata geri dönecek ve gitmemizi istedikleri yolda gideceğiz ya da gerçeğin yani adaletin peşinden koşacağız.
Öyle ki “adalet” kavramının olmadığı bir düzende önce adaleti bulup, sonra “adalete Fener yakacağız.”
Şimdi seçim bizim.
Hangisinin peşinden gideceğiz?
@Gagseren yazdı.